TARİHSEL ARKA PLAN
Bu çalışmanın odağında yer alan topluluk, literatürde farklı isimlerle anılmaktadır. Bu kapsamda en çok kullanılan isimlendirmeler sırasıyla “Roman” ya da “Çingene”dir. Bazı çalışmalarda söz konusu topluluğun isimlendirmesinde, tüm dünyada bilinirliği yüksek olduğu için “Çingene” tercih edilmekte; diğer bazı çalışmalarda ise, “Çingene” ifadesinin çağrıştırdığı olumsuzluklar dikkate alınarak, daha nötr olduğu düşünülen “Roman” isimlendirmesi kullanılmaktadır (Parsova, 2018). Avrupa Birliği tarafından bu topluluğa ilişkin olarak hazırlanan dokümanlarda “Roman” ifadesi benimsenmiştir. Türkiye’de strateji belgesi gibi resmi dokümanlarda ya da sivil toplum kuruluşlarının dokümanlarında da “Roman” ifadesi kullanılmaktadır. Bu durumla ilişkili olarak, Londra’da 1971 yılında düzenlenen “Birinci Roman Kongresi”nde söz konusu topluluğu tanımlamak için “Roman” ifadesinin kullanılması kararlaştırılmıştır (Özateşler, 2014). Ayrıca, Türkiye’de yaşayan “Romanların Yoğun Olarak Yaşadığı Bölgelerde Sosyal İçermenin Desteklenmesi Projesi” (SIROMA) kapsamında gerçekleştirilen görüşmelerde, cevaplayıcıların çok önemli bir bölümünün, “Çingene” ifadesinin aşağılama ve ayrımcılık içerdiği için kendilerinin “Roman” olarak isimlendirilmesine vurgu yaptıkları görülmektedir (Döne, 2015; Özer, 2019). Türkçe’de Romanlar için yirmi kadar isimlendirme kullanılmaktadır. Yaptıkları geleneksel mesleklerle özdeşleştirilen Romanlar, “arabacı”, “demirci”, “kalaycı”, “elekçi”, “sepetçi” ve “çiçekçi” gibi meslek isimleriyle ya da Dom, Lom, Mıtrip, Karaçi, Aşık, Poşa, Şopar, Çalgar, Mangosür, Gevende gibi isimlerle de anılmaktadır (Eroğlu ve Atalan-Helicke, 2020; Parlıyan, 2020). Tüm bu nedenlerle, bu projede üzerinde çalışılan grubu daha net olarak ifade etmek için “Çingene” isimlendirmesi yerine, “Roman” isimlendirmesi kullanılmaktadır.
Romanların 11. yüzyıl başlarında Kuzey Hindistan’dan Bizans İmparatorluğu’na göçler yoluyla geldiği; daha sonra İran ve Kafkas ülkelerine doğru dağıldığı, 12. yüzyılda ise, Anadolu coğrafyasına ve Avrupa’ya göç ettikleri bilinmektedir (Haijoff and Mckee, 2000). Marsh (2008) çalışmasında 11. yüzyıldan itibaren Romanların Bizans İmparatorluğu içindeki varlığını doğrulayarak; ilgili kaynaklarda Romanların fal bakan ve büyü yapan bir topluluk olarak tanımlandığını aktarmaktadır. Marsh (2008) ve Haijoff and Mckee (2000) çalışmalarında, göçlerle dünyanın dört bir yanına dağılan Romanların ana vatanlarının Kuzeybatı Hindistan olduğunu; burada yaşayan Romanların bir kısmının bilinmeyen nedenlerle 9. yüzyılda önce İran’a, ardından da Anadolu üzerinden Avrupa’nın çeşitli ülkelerine göç ettiklerini vurgulamaktadır. Bugün Avrupa’da, büyük çoğunluğu Doğu Avrupa ve Balkanlarda olmak üzere yaklaşık 10-12 milyon dolayında Romanın yaşadığı tahmin edilmektedir (Avrupa Komisyonu, 2022). Yüzlerce yıldan beri ülkesiz bir şekilde bulundukları coğrafyalarda varlıklarını sürdüren bu insanlar, uzunca bir süre göçebe olarak yaşadıktan sonra yerleşik düzene geçmeye başlamışlardır. Yaşadıkları hiçbir coğrafyada hiçbir zaman ayrı devlet talebinde bulunmayan Romanlar, genellikle birlikte yaşadıkları egemen toplumların dinlerini benimseme eğiliminde olmuşlardır. Buna rağmen, tüm dünyada tarih boyunca en çok aşağılanan ve en çok baskıya maruz kalan etnik ve kültürel grup olmaktan kurtulamamışlardır. Özellikle Avrupa’da yakmalar, kölelik, toplu katliamlar, deneyler, asimilasyon dahil her türlü tehdide, şiddete maruz kalmışlardır. Yaşadıkları tüm bu olumsuzluklar neticesinde, kendilerinden olmayanlarla, hayatlarını sürdürecek zorunlu haller hariç ilişkiye girmemeyi prensip haline getirmişlerdir. Tüm bunlar, Romanların “vatansızlar”’, “topraksızlar”’ ve “unutulmuşlar” gibi ifadelerle yaftalanmalarını kolaylaştırıp daha fazla ‘tarih dışına’ savrulmalarına neden olmuştur. Öte yandan Romanlar hangi Avrupa ülkesinde yaşarsa yaşasınlar, her zaman toplumsal tabakanın en alt kesimini oluşturmalarına, “açık ve kolay hedef” olmalarına karşın; aile kurumuna verdikleri önem, gelenek ve göreneklerine olan bağlılıkları ve kapalı toplum yapıları sayesinde kültürel bütünlüklerini ve kimliklerini günümüze taşımakta zorlanmamışlardır (Marsh, 2008). Son 50 yılda ortaya çıkan, Uluslararası Roman Birliği (International Romani Union) ve benzeri çok az sayıdaki örgütlenmeler aracılığıyla da küresel ölçekte çalışmalar yürütmeye başlamışlardır.
Altınöz (2013) tarafından yapılan çalışmada, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Çingenelerin coğrafi yayılışları ve nüfus büyüklüklerinin de ele alındığı görülmektedir. Bu çalışmada kullanılan arşiv kayıtlarına göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun hem Rumeli hem de Anadolu topraklarında yer alan birçok yerleşim biriminde, Çingenelerin sosyo-ekonomik, kültürel ve mali açıdan yaşamlarını düzenleyen “Çingene Kanunnamesi” uyarınca çok sayıda çingenenin yaşadığı belirtilmektedir. Altınöz (2013) ve Dingeç (2021) çalışmalarında, Kıpti topluluklardan alınan vergilerden yola çıkarak yapılan hesaplamalarda, Osmanlı İmparatorluğu’nda 1694-1695 döneminde 45.000 Çingenenin yaşadığına işaret edilmektedir.
Romanlara, Osmanlı kayıtlarında ilk defa 1430 tarihli Bulgaristan’daki Nikopol Sancağı Tımar Defterinde rastlanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’na ait 1487-1489 yıllarına ait kayıtlara göre ise, bugünkü Kırklareli, Gümülcine, Yanbolu, İpsala, Dimetoka, Keşan ve Çorlu’yu da içine alan Trakya bölgesinde Çingene Livası (Livâ-i Çingâne) oluşturulmuştur. Bu livada o tarihlerde 3.237 Roman hanesi bulunduğu belirtilmektedir. Romanların Osmanlı İmparatorluğu’nda kabulü, 1526 Mohaç Savaşı’ndan sonra Balkanlardaki Roman nüfusun bir bölümünün orduya katılması ile hızlanmıştır. Altınöz (2013) ve Karpat (1985) Avrupa’nın aksine Osmanlı Devleti’nde Romanlara genel anlamda daha hoşgörülü yaklaşıldığını belirtmektedir. Romanlar, müzisyenliğin dışında, demircilik, nalbantlık, marangozluk, at yetiştiriciliği, ayakkabıcılık, dericilik, halıcılık vb. pek çok alanda çalışarak, Osmanlı İmparatorluğu içinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. On altıncı yüzyıldan itibaren çeşitli adi suçların yayılmasına katkıda bulundukları gerekçesiyle İstanbul’dan atılmaları için fermanlar çıkarılmıştır. Mithat Paşa 1860 yılında henüz yerleşik hayata geçmemiş olan Romanları yerleşik hayata geçirmek için birtakım girişimlerde bulunurken, 1874 yılında Romanların ‘bedel-i askeri’ ödemek yerine orduya alınmalarına çalışılmıştır. Osmanlı’nın Avrupa’dan çekilmek durumunda kalmasıyla birlikte ise, Balkanlar’daki Romanlar, hem ‘Çingene’ hem de Müslüman ve ‘Türk casusu’ oldukları gerekçesiyle daha çok baskıya maruz kalmışlardır. Bu gelişmeler üzerine, Romanların Anadolu’ya göçleri başlamıştır. Osmanlı’nın son dönemlerinde Bulgaristan’dan, 1923 yılındaki Nüfus Mübadelesi ile de Yunanistan’dan Türkiye’ye büyük Roman göçleri olmuştur. Bu göçleri, daha sonraki yıllarda sırası ile 1927, 1933, 1935 ve 1936-37 göçleri izlemiştir (Özkan, 2000; Altınöz, 2013; Özcan, 2014; Çelik, 2018).